1. Abiturient (lise mezunu)

(Hasan aynanın önünde durup giyiniyor, Salim ona yardım ediyor)

Hasan: Haydi de, geç kalmayalım! Off... çok heyecanlıyım!

Salim: Sizin abiturientiniz hangi hotelde olacaydı? Trimontsium'da mı, yoksa Novotel'de mi?

Hasan: Novotel'de - onun için lazım aacık daha erken çıkalım; trafik o yanda delilik olacak. Daha yarım saat sonra hiç araba geçemeyecek. Klasnamız dedi ki, en azında 20 dakka erken gelelim.

Saçlarım nasıl? İdare ediyor mu? Eyvah, bu pantolon uzun değil mi?

Salim: Dur, şavalama, ben onu sana şimdi düzeltirecem.

Hasan: Ee, arkadaş, çok heyecanlıyım! Babam çak videocu tuttu. Dur, aacık sakinleşeyim... (patronçeden viski içiyor).

Salim: Hoop yavaş, sonra ayakta duramayacan.

Hasan: Sıkılma, bana bir şey olmaz. Gel bana bu vırtovrıskayı düzeltir. Hayatta yok yaptığım.

Salim: Hehey, bizim abituriente bak: matematika, fizika, himya, gramatika ve angliyski öğrendi, ama bir vırtovrıska bağlayamıyor... (uğraşıyor, ama o da yapamıyor)

Dur nasıl idi... bunu dolandırdıktan sonra, aşağıdan mıi yukarıdan geçirmek lazım?

Hasan: Yuh sana... sen de beceremiyon.... offf... ne yapacaz?

(Hüseyin dedi yaklaşıyor)

Hüseyin dede: Naapıyonuz çocuklar' Kolay gelsin!

Hasan: Off, Hüseyin dede, tam vaktında yetiştin... Sen bize yardımcı olabilir misin? Bu vırtovrıskayı bağlayamıyoruz.

Hüseyin dede: Eeh, ee, bu gençler. Bugünlerde kimse takmıyor.

(onu bağlamaya başlıyor)

Bizim vaktımızda başka idi: hep giderdik manifestatsyalara, komsomol toplantılarına. Üstümüze başımıza dikkat ederdik. Ama bugün... yırtık pantalonlar son moda imiş, erkekler küpe takıyor. Herifler çak dillerine, dudaklarına kopça takıyorlar. Tirsing imiş.

Hasan: (gülüyorlar) Pirsing, dede, pirsing.

Hüseyin dede: A ne bileyim, pirsing mi, firsing mi?... Te hazır, tak bakalım.

Hasan: Oluyor.... çok güzel durdu... ellerine sağlık Hüseyin dede!

Hüseyin dede: Eeeyy, çok yakıştı sana... bak spetsyalno geldim sana aacık erken sana bunu vereyim...

(bir zarf veriyor Hasana)

Hasan: Ne bu?

Hüseyin dede: Küçük bir bahşiş bizim geroyumuz için.

Hasan: (açıyor, sayıyor) ... iki, üç, dört, beşyüz leva... hiiii, dede! Ne yaptın!

Hüseyin dede: Sen hak ettin... istiyorum onu gelecekte iyi şeyler için kullanasın.

Salim: (Hasana) Öhööö... yaşatırdın sen. Keşke benim de öyle dedem olsa... Hüseyin dede! Ben de seneye abiturient olacam... hani prosto haberin olsun!

Hüseyin dede: Bak Hasan, istiyorum sana bir şey sorayım: sen gelecek zamanlar için hazırlık yaptın mı?

Hasan: Ne gibi?

Hüseyin dede: Mesela, abiturient olduktan sonra ne yapacan?

Hasan: Emi... bütün klasımız gidecek ekskurziyaya, Türkiyeye gidecez, Kuşadasına. Paralelkamız gidecekler Parije. Tabii onlar hepsi daha zengin.

Hüseyin dede: Peki, döndükten sonra ne yapacan?

Hasan: Eh, lazım hazırlık yapayım universitet için... ispitler... anlıyorsun, değil mi? Pravo okuyacam!

Hüseyin dede: Çok güzel, sanıyorum becerecen. Sende var o talant: ağzın işlek, anan seni zaten hiç susturamadı ... ama diyelim diploma aldın... sonra ne yapacan?

Hasan: Önce bir kantselaryaya dalacam... 5-6 sene işleyecem, iyice öğreneyim bütün trikleri... bence ticaret davaları en iyi... en çok ekmek onda var ...

Hüseyin dede: Eee, başka?

Hasan: Sonra, iki üç arkadaşla birlikte kendi kantorumuzu açacaz, daha çok para kazanacaz.

Hüseyin dede: Güzel, başka bir şey?

Hasan: Eh, tabii ki, evlenecem de... İki kızanımız olacak: bir kız, bir erkek... erkeğin adı olacak Nuri, kızın adı gene Nurcan.

Hüseyin dede: Allah bağışlasın. Güzel... ya ondan sonra ne yapacan.

Hasan: Eh dede, orası belli artık. Ben işlemeye ve para kazanmaya devam edecem... kızanlar büyüyecekler... mektebe gidecekler... abiturient olacaklar...

Hüseyin dede: Sevindim... ya ondan sonra ne yapacan?

Salim: Eee, Hüseyin dede, naş soru bu? .... Ne mi yapacak sonra? Adam yaşlanacak, pensiyaya çıkacak. Rahat rahat yaşayacak, kuşlarına bakacak, her gün evrofutbol oynayacak.

Hüseyin dede: Ya sonra? Ondan sonra ne yapacan?

Hasan: Sonra mı? Emi... hep öyle gidecek!

Hüseyin dede: Hep öyle mi gidecek?

Hasan: Eee, dede, ne istiyon şimdi?

Salim: Hüseyin dede, yapma şimdi, neye uğraştırıyon çocuğu. Baş böyle sevinçli bir günde!

Hasan: Ne istiyon duyasın... elbette bir gün ben de ölecem... herkes gibi.

Hüseyin dede: Ya ondan sonrası için hazırlık yaptın mı?

Hasan: (Hüseyin dedenin gözlerine bakıyor) Naş yani?

Hüseyin dede: Çok iyidir, insan geleceği için hazırlık yapsın. Ama en önemlisi, lazım sonsuzluk için hazırlık yapalım. İsa bir adamdan için anlattırdı, çok zengin ama aynı anda akılsız imiş. Çok büyük rekolte tuttuğu zaman, eski ambarlarını yıkmış, daha büyükklerini yapmış ve kendi kendine demiş: Ooh, rahat ettim artık, yiyeyim, içeyim, keyf çatayım.

Ama o gece can alıcı gelmiş, ondan canını almış ve Allah adama demiş ki, ey akılsız adam... ne oldu senin bütün planlarına?

Salim: Dede, ne istiyon söyleyesin... ahbabıma şimdi akılsız mı diyorsun?

Hüseyin dede: Hayır, biliyorum o akılsız değildir. Allahın sözü bize şöyle akıl veriyor:

(İncilden okuyor) “Zor günler gelmeden, "Zevk almıyorum" diyeceğin yıllar yaklaşmadan, gençlik günlerinde seni yaratan Allahı hatırla”.

Salim: Hüseyin dede. İnsan nasıl hazırlık yapsın ki ölümden sonrası için. Hepimiz oralı değil miyiz?

Hüseyin dede: İncile göre insanları ne bekliyor: “bir kere ölmek, ama ondan sonra davalamak var”. İnsan ne kadar erken bunu anlarsa, o kadar güzel plan yapabilecek.

Sesleyin İsa nasıl çağırıyor sizi: "Diriliş ve yaşam ben'im. Kim bana iman ederse, ölse bile yaşayacak. Ve kim yaşarsa ve bana iman ederse, o sonsuzlara kadar ölmeyecek.”

Hasan: Dede, bunca sene sen bana konuştun bu İsadan için, ama bugün sefte bir şey anlamaya başladım. Haklısın, artık en birinci yerde onu plana koyacam.

Hüseyin dede: Çok güzel, demek buraya gelmem boşuna değildi... Haydi şimdi, geç kalmayasınız. O kadar uğraştım senin vırtovrıskan için. Lazım herkes onu görsün, yoksa yazık olacak.






2. Bahar temziliği

Zeynep: Mar, ana! Ne bu bahar temizliği? Bak televizyada onun için reklam yapıyorlar.

Bahriye: Ha, tam temaya geldin. Zaten şimdi başlayacaydık. Al bakalım, bağla saçlarını... Bak, havalar düzeldi, kümbeti attık. Kışın dumandan bütün her tarafı leş oldu. Böyle kalmasın. Bütün evi süpürecez, silecez, yıkayacaz.... Haydi, Zeynep, iş başına... nasıl demişler: Temizlik imandan geliyor.

Zeynep: Off, ana! Brak şimdi, kızlarla çarşıda gezeceydik. Anlaştık artık, bekleyecekler beni.

Bahriye: Haydi şevik, uzatma şimdi! Ev, kadının aynasıdır. İstemem laf atsınlar, kimseye evi pis dedirtmem. Misafirler geldi mi, istemiyorum yan baksınlar. Getir bakalım leğeni ve sabun tozunu.

Zeynep: Ee, sen de şimdi! (anası ona kızgın bakıyor).. iyi de, iyi de alarma yapma şimdi... (telefonu alıyor) Aloo... mar kız sesle: gelemeyecem sizinle çarşıya, kafam ağırıyor, tamam mı.... haydi, çau! ... off

Bahriye: En birinci çek iskemleleri, çıkar kilimi, yıkayacaz onu. (işliyorlar)

Zeynep: Mar ana, ne oldu o pensiya meselesine?

Bahriye: Off brak, o da kafa ağrısı. Gittik TELKe çıktık komisyona, ama oyalıyorlar bizi.

Zeynep: Ne gibi?

Bahriye: A be, sade para için, ne sanıyon? Önce 500 verdik, sonra tanıdığımız doktor 300 daha istedi. Sonra başkası karıştı, o da payını istedi. Ama sıkılma, olacak.

Zeynep: Ne kadar alacaz?

Bahriye: Tam bilmiyorum, ama bayağı olacak: birinci stepen invalid, babanı da yazdık pridrujitel. Artık daha rahat edecez.

Zeynep: Olacak, Allah baba iyidir. Ben bunu Facebook'ta bütün Bulgaristan'a yaydım kardeşlere dua etsinler.

Bahriye: Ha, iyi fikir. Allah korusun bizi, doktorumuzu da. Zerrem biliyorsun, geçen ay Burgas'ta ne oldu: 5 tane doktor mapusa attılar, onlar şimdi kapalı. İnsanların paracıkları da yandı. (işlemeye devam ediyorlar)

Zeynep: Mar ana, işittin mi Gülsüm'ün kocasından için, pazar günü toplantıda öğrendim onu.

Bahriye: Eee, ne olmuş?

Zeynep: İşten atmışlar onu. Yok efendim şef demiş ki porıçka yokmuş da, ondan için onu uvolnen yapmış. Ama ben aslısını öğrendim...

Bahriye: Ne ya? Anlatsana!

Zeynep: Skladdan çalırmış! Her gün eve getirirmiş bayağı mal: krenvirş, et, zeytin tanesi.. bilmem ne. Öyle diyorlar.

Bahriye: Baksana bizim imanlıya! Demek onun için hep gülüyor. İkiyüzlünün teki!

Geçen hafta şükürleşirken ben ona nasılsın diye sordum. O da ne desin:

“Ağlaşamam kızkardeş. Allah gündelik ekmeğimizi veriyor.” Aaaa, demek senin Allahçağızın gündelik ekmeğini firmanın skladından veriyor, ha?

Zeynep: Brak be, Allah gizli günahları vinagi meydana çıkarıyor.

Bahriye: Onun karısı da hiç yapmasın kendini çiçek. O da hep gülüyor. Yok efendim, severmiş başkalarına yardım etsin. Yok efendim, onun ruhsal vergisi imiş, bilmem ne.

Zeynep: A be brak, her tarafa burnunu sokuyor. (kapı çalıyor)

Bahriye: O da kim şimdi? ... Hii, te geldi! ... Oooo, Gülsüm kızkardeş, nasılsın? Tam senin lafını yapardık. Nasıl demişler, iyi kişiler lafının üzerine gelirmişler. Kusura bakma, ama bütün evi temizliyoruz, bahar temizliği... işten kafa kaldıramıyoruz. Başka zaman muhabet yaparız.

Gülsüm: Tam onun için geldim zaten. Bir kızkardeş gördü sizi temizlerken, bana anlattı. Bir de Ruh bana dedi ki, git Bahriyelere, yardım et. Hem de Allahın sözünü paylaş onunla.

(Bahriye ve Zeynep birbirlerine şmar yapıyorlar)

Bahriye: (sahte gülüşle) Ahaa... çok iyi yaptın. Dal bakalım.

(hepsi işlemeye devam ediyorlar)

Zeynep: Gülsüm kızkardeş. Duyduk, kocanı işten atmışlar, sahi mi? Fena bir şey.

Gülsüm: Yaa.. çok güzel bir iş idi, ama bu krizada bütün firmalar zorluk görüyorlar. Yok, şefin de suçu yok, on kişi birden çıkarttı. Hem de o kadar alıştıydı onlara, ağlayarak braktı. Herkese yüzer leva fazla verdi.

(Bahriye ve Zeynep bakışıyorlar, Gülsüm'ün arkasında şmar yapıyorlar. Gülsüm dönerken onları fark ediyor)

Bahriye: Off yorulduk, aacık dinlenelim, ben bir kola getirecem.

Gülsüm: Kızkardeşler, biliyonuz mu, Allah bana bu sabah ne gösterdi: imanlı hayatımız, hani yüreğimiz de bir eve benziyor. Ve nasıl istiyoruz evimiz temiz olsun, aynı öyle lazım yüreklerimizi de temiz tutalım.

Bahriye: Aa, çok şükür. Allahçağızımı hep sayarım, her gün duacağızımı yaparım.

Zeynep: Ben de bütün gün Youtube'da imanlı klipler bakarım. Çok bereket alıyorum, inan doğrudan coşuyorum.

Gülsüm: Bak Bahriye kızkardeş. Sen belki bütün kış baktın evin temiz olsun, ama olmuyor, hep batıyor. Ama ancak kış bitince farkına varıyorsun. Te bak, senin yüreğin de öyle. Bak İncilde nasıl yazıyor:

Eski insanı soyasınız. Akıl ve düşüncede yeni olasınız. Ve yeni insanı giyiyesiniz. Onun için bütün yalancılığı bir tarafa atın. 'Herkes komşusuna hakikatı konuşsun', çünkü biz birbirimizin parçalarıyız. (Efes 4:22-25)

Hakikata boyun eğmekle canlarınızı temizlediniz. Ve artık kardeşler için ikiyüzlü olmayan bir sevgi duyuyorsunuz. Evet, birbirinizi yürekten ve sonsuzca sevin. (1.Petrus 1:22)

Ne mutlu yüreği temiz olanlara, çünkü onlar Allahı görecekler. (Matta 5:8)

Ve sence hangisi daha önemli: imansızlar sokaktan geçerken senin evini temiz bulsunlar, yoksa Rab İsa dönerken senin yüreğini temiz bulsun

(Zeynep ve Bahriye utanarak bakışıyorlar)

Bahriye: Bak, Güslüm, lazım sana bir şey itiraf edeyim: ben şimdiye kadar sizin için hep kötü düşünürdüm, ama bundan sonra yüreğime ve dilime daha çok dikkat edecem.

Gülsüm: Çok sevindim kızkardeş. Hamdolsun Rabbe! Lazım kalkayım... sapacam Hayriyelere de...

3. Bonsay

Elmas: Ayten... Ayyteen !!

Ayten: Geliyorum... geliyorum... aaa, Elmas kızkardeş, nasılsın?

Elmas: İyi be, kızkardeş. Rabbe çok şükür. Geldim sana kadar. Aacık zorum var.

Ayten: Ay, çok iyi yaptın. Zaten çok az görüşüyoruz.

Elmas: Emi... seni çoktan görmedim toplantıda.

Ayten: Ne diyeyim? Biliyorsun nasıl oluyor: bende visok krıvno var. Kanım kalktı mı, bir yere gidemiyorum. Neyse, anlat bakalım, ne derdin var?

Elmas: Te, dediler bana sen çiçeklerden anlarmışın. Bakıyorum, sahiden de çok güzel çiçeklerin var. Hi.... ne güzel. Bunları hepsi satın mı aldın?

Ayten: Değişiyor... Bunu aldım üç sene önce pazarda.

Elmas: Ay, ne güzel renkler. Bunu nasıl yetiştirdin?

Ayten: Bak şimdi, buna çok aydınlık lazım ve her gün sulayacan.

Elmas: Ben de yaptım aynısını, ama olmuyor. Bak, yaprakları düşmeye başladı.

Ayten: Eee, toprağa lazım dikkat edesin. Toprak besliyor çiçekleri, oradan kuvvet alıyorlar. Te ben hep böyle tabletkalar kullanıyorum.

Elmas: Nasıl, yani?

Ayten: Çok kolay, haftada bir tane toprağa koyuyon. Suladığın zaman bu tabletka eriyor ve toprağa mineraller salıyor.

Elmas: Ayten, sen çok anlıyorsun bu temalardan.

Ayten: Yaa... elimden geliyor. Allah vergisi, işte.

Elmas: Hiii... şuna bak... kocaman olmuş. Ya bunu nasıl bu hale getirdin?

Ayten: A, o mu? Onda spetsyal bir trik kullandım. Ama onu söylemeyecem sana, yoksa sen bütün mahalleye yayacan.

Elmas: Eeee, yapma şimdi. Değil mi, onun için geldim sana, senden öğreneyim çiçekler nasıl daha güzel yetiştiriliyor. Sıkılma, kimseye anlatmayacam... Allahın önünde.

Ayten: Peki... anlatacam sana. Buna kave koydum.

Elmas: Ne? Kave mi?

Ayten: Yaaaa... hani espreso yaparken maşinada kalıyor ya eski kave tozları. Te onlar çok güzel kuvet veriyor çiçeklere.

Elmas: Baksana! Demek tam doğru adrese geldim: çiçeklerden için herşeyi anlıyorsun.... Ya bu nasıl bir şey? Ağaca benziyor ama minicik duruyor. Nedir bu şimdi: çiçek mi, ağaç mı?

Ayten: Aaa, bu çok özel bir şey. Her yerde satılmıyor. Onu aldım panayirden. Orada spetsyal bir ştand vardı. Bunun adı Bonsay. Japonyadan. Bunlar küçücük ağaçlar.

Elmas: Aaa ! Bu ağaç mıdır? Naş bu kadar köse kalmış?

Ayten: Yaa, ağaçtır bu. Ama her sene onun topraktan çıkarıyorum ve köklerini kesiyorum. Sonra gene toprağa sokuyorum. Böylece o hep köse kalıyor, hiç büyümüyor.

Elmas: Çok interesno! (biraz bonsay ağacına bakıyor).. Ayten, istiyorum seninle bir şey paylaşayım. Ama önceden söz verecen açan kızmayacan darılmayacan da, tamam mı?

Ayten: Aaa... ben? darılayım? Değil mi, imanlıyız, kardeşiz, lazım herşeyi paylaşalım açık açık.

Elmas: İyi, şimdi bak: sen şimdi kaç senelik imanlısın?

Ayten: Çok şükür, bu Septemvri olacak 25 sene nasıl Allaha geldim. Ben Allahımdan çok memnunum, ağlaşamam, ne istersem bana verdi. Allahcazımız çok hızlı. Biliyon nasıl oldu: kızanlarımız olmazdı, 8 sene bekledik, ama bir türlü gebe kalamadım. Sonra geldi bir Mitko kardeş Slivenden. Bana el koydu, bir duacık yaptı. Ben de Allaha söz verdim, bana bir erkek çocuk verirsen adını İsa koyacam.

Elmas: Ve sonra doğdu, değil mi?

Ayten: Evet, tam bir sene sonra doğdu. Çok şükür Allahıma ondan sonra da hiç brakmadı beni.

Elmas: Peki, çocuğun, hani İsa, şimdi nerede?

Ayten: Emi, ne bileyim, Fransada mıydı, Germanda mı? Arkadaşları alıyor onu hep gurbete götürüyorlar, birtakım dişilerle.

Elmas: Anladım. Ya sen, sen nasıl devam ettin imanda?

Ayten: Te dedim ya: naş Allaha geldim, o gün bugündür onun yolcazından ayrılmadım. Hep dualarıma cevap veriyor. Şifa veriyor, gündelik ekmek veriyor.

Elmas: Ayten, bak ne diyecem sana: biz imanlılar lazım her gün büyüyelim. Bak İncil ne diyor: (İncilden okuyor)

“Allahın sözü temiz süte benziyor. Siz de, yeni doğmuş bebekler gibi, o sütü özleyin. Öyle ki, onunla kurtuluşta büyüyesiniz.” (1.Petrus 2:2)

Ayten: Ne istiyon, ben geliyorum toplantılara. Sen bakma, son günlerde pek gelemiyorum bu hastalık yüzünden, ama evde duacağızımı yapıyorum.

Elmas: “Şimdiye kadar lazımdı, muallimler olasınız. Ama gene ihtiyacınız var, birisi gelip size Allah Sözünün en birinci meselelerini öğretirsin. Size daha süt lazım, kuvvetli yiyenti değil!” (İbraniler 5:12)

Ayten: Emi, biliyorsun ben çok okumuş değilim...

Elmas: Bak, yanlış anlama, ama bana öyle geliyor, sen de iman konusunda o bonsay ağaçlarına benziyorsun. Şeytan hep gelip senin ruhsal köklerini kesmiştir, sen de hep aynı derecede kalmışsın. Hiç büyümemişsin.

Ayten: Ama...

Elmas: Ayten, sen Allahın sözüyle yaşıyor musun? Onu okuyup büyüyor musun? Başkalarını Rabbe getiriyor musun? Gittikçe daha fazla İsa'ya benziyor musun? Başkalarına yol gösteriyor musun?

Bak, Ayten, ben gelmedim seni kızdırayım, ama sana kuraj vereyim. Sen nasıl bu çiçeklere bakıyorsun güzel büyüsünler, aynı onun gibi kendi imanlı hayatına da bak, hep Rabde büyüyesin.

Ayten: Haklısın, haklısın... aslında çok geri kaldım. Benden içi Allaha dua et.

Elmas: Evet hepimiz dua edecez senin için. Ama şimdi ver bir akıl bu çiçeğe ne yapayım ben?

4. Yeni Windows

İsmet: Aaaa.... bu komputer beni deli yapacak. Olmuyor, arkadaş, olmuyor! Te, sabahtan beri uğraşıyorum, bir türlü çalıştıramıyorum. Bıktım yahu! 12 saat oldu artık!

Mahmut: Sakin ol, İsmetçiğim, baştan anlat! Derdin ne?

İsmet: Değil mi, geçen ay yeni komputer aldım, hazır yeni Windowsla geldi. İnternet de taktırdık... her şey normal giderdi. Bir de bakıyorum gittikçe daha yavaş işlemeye başlıyor. Arkadaş, bir papka açıyorum, sürüyor on, onbeş dakka. Skype'a, Facebook'a dalamıyorum. Şarkı sesleyemiyorum. Film bakamıyorum. Naş bir şey bu, anlayamadım. (kalkıyor) Ama biliyorum neden: o herifler bana bozuk komputer sattılar. Ah, onları bir elime geçirirsem...

Mahmut: Dur a, alatlama! Ko bir göz atalım senin komputerine.... Hmmm.... Aah... Tssk.... Olmasın....

İsmet: Ne oldu? Ne oldu? Bir şey buldun mu? Değil mi, bana datası geçmiş Windows sattı o herif, ha? Daha şimdi gideyim onun suratına bir tane... (kalkıyor, yakesini alıyor)

Mahmut: Hoop, dursana. Kimseye asılma, suç sende!

İsmet: Ne? Bende mi? Nasıl yani?

Mahmut: Sen antivirus programını koymamşın, bir ton virus daldı senin komputerine.

İsmet: Aaa.... virus mu, nasıl olacak? Kimse bana demedi, açan lazım imunizacia yapayım. Şimdi ne naapacaz, vitamin mi, antibiotik mi verecez?

Mahmut: Ee, sen de! Güldürme beni! Bunlar komputer virusları... elektronik bir şey. Ama sıkılma, ben sana şimdi instalira yapacam antivirus programı....

(aacık uğraşıyor) ...oldu... te şimdi başladı sendeki virusları bulsun... Gel bak, bak, kaç tane buldu.

İsmet: (korka korka yaklaşıyor) Bulaşıcı olmasın, hey!... Hiiii, 820 tane virus buldu...

Mahmut: Daha da çıkacak... arkadaş bunun çaresi yok! Sen yanmışın!

İsmet: Naş ya! Ne olacak şimdi? Lazım komputeri bokluğa atayım, öyle mi?

Mahmut: Değil öyle. Tvırd diskte her şey olduğu gibi kalacak, ama yeni bir Windows geçirecez eskisinin üzerine. O zaman düzelecek... te şimdi hemen harekete geçecem...

İsmet: Off... çok sağol! Canımı kurtardın. Sensiz ne yapacaydım kendime?

Mahmut: OK ... bu şimdi otomatik devam edecek daha yarım saat kadar... kusura bakma lazım gideyim.... çiao!

İsmet: Sen de çiao! ... (komputerin önünde oturuyor, seyrediyor) ... daha 25 dakka kaldı ... (yavaş yavaş uykuya dalıyor) (zil çalıyor, İsmet uyku sersemi konuşuyor)

Ha.. ha.. brakın beni rahat. Brakın beni! Bana dokunamazsınız! Ha, ne oldu? Off.... uykuya daldım galiba. O da kim şimdi?

Oktay: Merhaba, İsmet kardeşim, seni dolaşmaya geldim. Naapyon sen?

İsmet: Aha, Oktay kardeş. Gir içeri. Brak, deli oldum. Bütün gün bu komputer bana düşmanlık yapıyor... ama yenecem onu...

Oktay: Hehe.. ne oldu ya, anlat bakalım.

İsmet: A be, önce anlayamadım, ama Mahmut geldi, bana yardım etti... bütün virusları çıkartırdı... te şimdi lazım işlesin ... (gidip deniyor) Sade bir kere deneyim.... Aaa... aaa.. aaaaaaaaa......

Oktay: Ne oldu ya?

İsmet: A be bu Mahmut da... uş yardım edeceydi, ama komputer şimdi gene hiç işlemiyor... açılmıyor bile. Te, kendin bak...

Oktay: Ne yaptı ya?

İsmet: Ne mi yaptı? Önce virusları çıkartırdı, sonra yeni windows instalira yaptı. Ama şimdi gene hiç işlemiyor. Eski halinden daha da beter oldu.

Oktay: Peki, instalira yaparken, eski windowsu sildi mi?

İsmet: Tsk.. a a.. direktno yenisini eskisinin üstüne geçirdi.

Oktay: Demek, tam düşündüğüm gibi oldu. Ben yolda onunla karşılaştım, bana anlatırdı olayı. Hem de çok övündü, açan senin komputerini kurtarmış.

İsmet: Ne? A be... kızkırdı beni. Hem yapamıyor, hem daha da beter yapıyor, hem de övünüyor. Bak ne yapacam onu şimdi. (çıkarıyor CD, bağırıp onu kırıyor) Te, Mahmut görüyon mu, al .. al ..

Oktay: Dur ya, yavaş ol! Adam istedi sana iyilik yapsın, ama hiç anlamadan daha kötü yaptı. Şimdi sakinleş, ben sana asıl yolu gösterecem.

Bak şimdi, senin komputerine viruslar daldı mı, yeterli değil onları çıkartırasın... yoksa hep gene gelecekler. Lazım o problemi kökten çözesin. Sonra... bir operatsyona sisteminın üzerine başka bir tanesi takasın olmuyor.

İsmet: Ee... o zaman nasıl yapacan onu?

Oktay: Lazım senin bütün tvırd diskin silinsin ve yepyeni bir operatsyona sistema takılsın.

İsmet: Hii... yapma! Herşeyi silmek mi?

Oktay: Tabii, ancak öyle emin olabilirsin.

İsmet: O çok korkunç değil mi? Ya bir greşka olursa.

Oktay: Evet, bunun yapan kişi lazım işinden anlayan biri olsun. Sıkılma, ben sana şimdi onu yapacam. ... te gidiyor.... bak, o şimdi instalira yaparken, aacık konuşalim senden için.

İsmet: Benden için mi?

Oktay: Evet. Sanıyorum sen imanlısın, değil mi?

İsmet: Şükür Allaha. Çak nenem imanlı idi, anam babam da!

Oktay: Güzel. Ama bu senin komputerinden bir ders al: bir sürü virus girdi, onlar büyük zarar veriyor, ve braktın mı en sonunda komputer hiç işlemeyecek. Günahlar da öyle: onları yok edemezsen, en sonunda sana ölüm getirecek.

İsmet: Ölüm mü? İyi de imanlılar ölmeyecek mi?

Oktay: Aldanma, ikinci bir ölüm var: sonsuza kadar Allahtan uzak durmak var.

İsmet: Aa... istemem onu!

Oktay: O zaman bak ne oluyor burada: olmuyor sadece İsayı bir din gibi, eski insanın üstüne geçiresin. Senin kafandaki tvırd disk de lazım bütün silinsin, yeni bir operatsyona sistema olsun hayatında. Eskisinden hayır yok.

İsmet: Eee? Nasıl olacak o? Birhangi operatsya mı olacam?

Oktay: Bu değil doktorun masasında, ama Allahın sözü ile oluyor. Gördün mü, ben artık İncili telefonuma taktım. Bak şöyle diyor: “Et ve kan Allahın krallığını miras alamaz” ve de “bir kişi yeniden doğmadı mı, Allahın krallığını göremeyecek.” onun için bize şöyle akıl veriyor: “Bu elaleme uymayın. Ama düşünceniz yenilensin, ve böylelikle bambaşka kişiler olun.” (Kutsal Kitabı gösteriyor) Ondan sonra bu senin operatsyona sısteman olacak: her gün ona bakacanö o senin kafanı işletirsin. ... Ha, hazır, yeni windows artık işliyor.

İsmet: Çok sağol, aga. Çok iyi yaptın. Peki, benim kafamdaki yeni operatsyona sistema ne zaman instalira yapacaz.

Oktay: Haha... çok güzel söyledin. Ne zaman kendini hazır hissedersen söyle, beraber dua edecez.







5. altı havyana bakmak

(Publius ve Fortunatus ağır ağr ve yorgun yolculuk yapıyorlar)

Publiyus: Bak Fortunatus, az kaldı!

Fortunatus: Ne demek az kaldı? Ayaklarım şişti, ellerim bu kayalardan paramparça oldu. Soluğum kesildi. Publiyus, dur aacık. Lazım oturayım, kendime geleyim. (ikisi oturuyorlar)

Publiyus: Dayan, kardaşım, dayan. Karşılığın büyük olacak.

Fortunatus: A be, daha şimdiden pişman oldum. Niye geldik bu ıssız yere? Burada sanki ne var? Kutsal adam imiş... ha! Ne yapayım onun kutsallığını, açan burada çölde geberiyoruz?

Publiyus: Eee, arkadaş, ben sana derken aacık o kileleri indir. Bak, boşuna gelmedik buraya Mısırın Çölüne. Buradaki kutsal adam Antonius bütün dünyada tanınıyor. O Mesihin yolunu bizden kat kat daha iyi anlıyor ve bizden çok daha büyük imanlıdır.

Fortunatus: İyi de, iyi de. Laf yapmıyorum. Prosto merak ediyorum, daha ne kadar kaldı.

Publiyus: Geldik sayılıyor... te burada 300-400 metre kaldı. Sık dişlerini... haydi koçum benim. (kapıya geliyorlar - bir bekçi onları karşılıyor)

Bekçi: Kimi arıyorsunuz? Biz burada kimseyle anlaşmıyoruz, aramzıda kalmak istiyoruz. Ne için buraya geldiniz.

Publiyus: Efendimiz, bağışlayın bizi. Biz de Mesihin öğrencileriyiz. Sizin bu yeriniz için Kartago'da işittik. Ve duyduk ki, Antonius'tan için, açan çok kutsal bir imanlıdır ve herkese Allahın yolunu daha iyi öğretiriyor.

Bekçi: Hmm... demek çak Kartago'dan buraya geldiniz Antonius'la görüşmek için.

Fortunatus: Evet... öyledir. N eolur, brakın bizi içeri. Bir gece daha kırlıkta geçiremem!

Bekçi: Peki, içeri girin bakalım. Ben size her tarafını gösterecem. Ama bir şey peşin söyleleyim: Antonius'u çok fazla rahatsız etmeyin, o çoook meşgul bir kişidir. Gece gündüz onun işi var.

Publiyus: Tabii, tabii... çok teşekkürler anlayışınız için.

Bekçi: Te, burada ahırlar, beygirler, eşekler ve katırlar için - Orada koyunlara bakıyoruz - Sağ tarafınızda üzümleri sıkmak için yer var - Te orada mutfak - dershane .. bibliyoteka, orada kitapları kopya ediyorlar - ve o kulede Antonius yaşıyor.

Fortunatus: (kapıyı açmaya bakıyor) Aaa, bu kapalı... hiç buraya inmiyor.

Bekçi: Hayır, Antonius hep kulede kalıyor. Öbür rahipler bütün bu işleri yapıyor,, ama Antonius bunlarla uğraşmıyor.

Fortunatus: Peki, o zaman ne yapıyor bütün gün? Canı sıkılmıyor mu?

Bekçi: En iyisi siz ona sorun, o size direktno cevap versin. Te açıyorum size, en geç yarım saat sonra aşağı inin.

Publiyus: Çok teşekkürler kardeş. Rab seni bereketlesin. (biniyorlar - yukarıda Antonius yatakta uzanıyor)

Efendimiz, rahatsız mı ediyoruz? Geldik uzak yerden, Kartago'dan. Bize Rab İsa'nı yolunu daha iyi öğretirebilir misiniz?

Antonius: Peki, ama çok vaktım yok. Bende bir sürü hayvan var, lazım onlara bakayım!

Fortunatus: Aaa! Nerede, ya? Bize aşağıda dediler ki, hiç aşağı inmezmişiniz, hep burada kulede kalırmışınız.

Antonius: Doğru, hep burada kalıyorum. Bu kulede altı çeşit hayvana bakıyorum.

Publiyus: Efendimiz, şaşırtıriyorsunuz bizi. Ne demek istiyorsunuz?

Antonius: Yok... ciddi söylüyorum size. Benim çok işim var: iki kartalım var, onları uslantırmam gerek. İki de şahinim var, onları terbiyeleştiriyorum. İki tavşana bakıyorum, uzaklara kaçmasınlar. Sonra, bir tane yılan - onu hep sepette tutuyorum; bir katır - ona her gün yük bindiriyorum ve en sonunda, bir de aslanım var, onu hep zaptettiriyorum.

Fortunatus: Hii, aslan mı? Nerede? Nerede? (Publiyus'un arkasında saklıyor)

Publiyus: Ben de bir şey göremiyorum. Kardeş bizimle eğlenme!

Antonius: Hehe... buraya gelen herkes sizin gibi şaşıyor. Ama ben gerçekte o altı hayvana bakmaktan başka şeylere hiç vaktım kalmıyor... Oturun bakalım size anlatacam. (kendisi ayağa kalkıyor, onlar oturuyor – sayfa 13-24 lazım önlü arkalı basılsın – Antonius isterse her hayvanla ilgili sözleri kağıttan okuyabilir; bitince o hayvanın resmini duvara yapıştırıyor)

- iki kartalım var: onlar benim iki gözümdür. Bir şey gördüler mi, mutlaka ona yapışıp üzerine atlıyorlar. Oraya buraya uçuyorlar, hiç beni seslemiyorlar. Onları zaptettirmek çok zor.

- Sonra, bu iki elimi görüyorsunuz ya. İşte, iki şahin onlardır: bir şey yakaladılar mı, onu brakmak istemiyorlar. Çok zor veriyorum onlara, o kadar mallara bağlı olmasınlar.

- Sonra, iki tavşan dedik: onlar da benim iki ayağımdır. O kadar kolay dışarı kaçıyorlar ki, mutlaka kümeste tutmam lazım, yoksa onları durduran yok.

- Ama en zor hayvan yılandır: te bu dilim var ya! Dilim o kadar kıvrak ki, hiç istediğim gibi hareket etmiyor. Üstelik zehir doludur. Dikkat etmedim mi, hem kendime, hem başkalarına onunla ölüm getireceğim. O aslında 32 dişten oluşan bir kafesin içinde duruyor, ama o kafes hiç para etmiyor. Hep istemeden yanlış bir şey söylüyorum, insanları kırıyorum.

- Bir de o katır var ya - her gün ona yük koyuyorum. O da benim bedenimdir. Fazla yük koydun mu, inatlaşıp geri tepiyor, başkalarına da zarar veriyor.

- En sonunda o aslan var: biliyorsunuz, aslan hayvanların kralıdır ve en zor terbiyeleş-tiriliyor. İşte, o da benim yüreğimdir. İnsanın yüreği çok aldatıcı ve değişken bir şeydir. Onda kocaman kuvvetler saklı duruyor - onları doğru kullanmayı öğrendin mi, fayda getirebilirsin. Ama o canavarı kendi haline braktın mı, sadece başkalarına zarar veriyor. Gördüğünüz gibi, bütün günüm dolu, hiç boş vaktım kalmıyor.”

Fortunatus: Aaaa... şimdi anladım. Sanıyorum senin buradaki işin daha zordur, ne kadar aşağıda hayvanlarla uğraşan öbür kardeşlerin işi.

Publiyus: Şimdi anlıyorum apostol Pavlus ne demek istedi: “Çünkü Allah bize korkaklık ruhunu vermedi, bize kuvvet ruhu, sevgi ruhu, disiplin ruhunu verdi.”

Antonius: Evet, ne yazık ki, bugünlerde birçok kişi imanlı diye geçiyolrar, ama kendi hayatına hiç dikkat etmiyorlar. Ama olmuyor, o hayvanlara güzel bakmadık mı, kuduracaklar, bizi de bitirecekler.

Publiyus: Çok haklısın kardeş... sana binlerce teşekkür olsun. Bu dersi bütün imanlılara verecez. Allah seninle olsun! (çıkıyorlar)

- iki kartalım var: onlar benim iki gözümdür. Bir şey gördüler mi, mutlaka ona yapışıp üzerine atlıyorlar. Oraya buraya uçuyorlar, hiç beni seslemiyorlar. Onları zaptettirmek çok zor.




- Sonra... bu iki elimi görüyorsunuz ya. İşte, iki şahin onlardır: bir şey yakaladılar mı, onu brakmak istemiyorlar. Çok zor veriyorum onlara, o kadar mallara bağlı olmasınlar.




- Sonra, iki tavşan dedik: onlar da benim iki ayağımdır. O kadar kolay dışarı kaçıyorlar ki, mutlaka kümeste tutmam lazım, yoksa onları durduran yok.




- Ama en zor hayvan yılandır: te bu dilim var ya! Dilim o kadar kıvrak ki, hiç istediğim gibi hareket etmiyor. Üstelik zehir doludur. Dikkat etmedim mi, hem kendime, hem başkalarına onunla ölüm getireceğim. O aslında 32 dişten oluşan bir kafesin içinde duruyor, ama o kafes hiç para etmiyor. Hep istemeden yanlış bir şey söylüyorum, insanları kırıyorum.




- Bir de o katır var ya - her gün ona yük koyuyorum. O da benim bedenimdir. Fazla yük koydun mu, inatlaşıp geri tepiyor, başkalarına da zarar veriyor.




- En sonunda o aslan var: biliyorsunuz, aslan hayvanların kralıdır ve en zor terbiyeleştiriliyor. İşte, o da benim yüreğimdir. İnsanın yüreği çok aldatıcı ve değişken bir şeydir. Onda kocaman kuvvetler saklı duruyor - onları doğru kullanmayı öğrendin mi, fayda getirebilirsin. Ama o canavarı kendi haline braktın mı, sadece başkalarına zarar veriyor. Gördüğünüz gibi, bütün günüm dolu, hiç boş vaktım kalmıyor.”