Gercek tanri kimdir?"

email:
mektup@incilbg.com

Kuran gerçekten 'kerim' midir?

Muhammed'in kendi ağzından işittik ki, onun bir tek mucizesi varmış, o da Kuran'ın kendisi imiş. O yüzden 'Kuran-ı Kerim' deyimi kullanılıyor. Sadece 'Kuran' demek, insanlara ters geliyor; illa ki, 'kerim' sözünü eklemek zorunu hissediyorlar. Kerim de 'asıl anlamda 'mucizevi' anlamına geliyor.

Kuran'ın ne gibi bir mucize olduğunu göstermek için müslümanlar bugüne kadar en çok üç konunun üzerinde duruyorlar: (1) Kuran'ın korunması, (2) Kuran'ın eşsizliği ve (3) Kuran'daki ondokuz sayısı. Bunlara tek tek bakıp, Kuran'ın gerçekten bir mucize olup olmadığına karar vereceğiz.

1. Kuran'ın korunması bir mucize imiş

Müslümanların arasında sık sık duyulan bir fikir, "Kuran'ın hiç değişmeden elimize geçti" teorisidir. Muhammed'in ağzından vahiy sözleri, hiç bir değişmeye uğramadan, 1400 sene bugün aynı olarak dururmuşlar. Kuran'dan başka hiç bir kitap onun gibi olduğu biçiminde kalmazmış.

Bu teori düpedüz bir yalandır. Aşağıda göreceğimiz gibi ("Kuran nasıl yazıldı" adlı bölümüne bakınız), Kuran birçok değişmelere uğradı. En eski Kuran uzmanlarının arasında, hangi ayetler Kuran'a alınacak, hangileri alınmayacak konusunda tartışmalar çıktı. Daha sonra da değişiklikler yapıldı.

Ama buradaki konumuz başka: bir kitabın hiç değişmeden yüzlerce sene yayılıp kopya edilmesi, o kitabın Allah tarafından bir mucize olduğunu gösteriyor mu? Yani, bir kitabı kopya etmek, standartlaştırmak ve kontrol etmek, insanın işi mi, yoksa Tanrının işi mi?

Çin başkanı Mao Tse Dong
Dünyada en çok okunan kitapların biri, Çin komunist partisinin çıkardığı 'Başkan Mao'nun sözleri' adlı kitaptır. 1960'lı yıllarında o kitap aşağı yukarı bir milyar kere basıldı, bütün halka dağıtırıldı, ve mecburiyetle okutturuldu. Ayrıca yüzlerce dillere de tercüme edildi. O kitabı elimize aldığımız zaman, hiç bir değişme olmadan bütün dünyada aynı olduğunu görüyoruz. Bu nasıl mümkündür? Cevabı çok kolay: Çin komunist partisi, o kitabın basılmasını ve tercüme edilmesini sıkı kontrol altına aldı ve propaganda amacıyla her yerde okutturdu.

Kuran'ın tarihinde de aynısını görüyoruz. Muhammed, müslümanlığı bir dinden fazla, bir devlet gibi organize etti. Hicri takviminin sıfır senesi olarak Medine'de bir müslüman devletinin kurulmasını seçmeleri bunu ispatlıyor. O müslüman devleti de Kuran'ın serbestçe dolaşması ve kopya edilmesini yasakladı. Muhammed'in ölümünden 19 sene sonra, üçüncü halife Hz. Osman, resmi bir Kuran kopyası yapıp geri kalan bütün Kuran koyalarını yaktırdı. O tarihten sonra Kuran'ın yayılması ve kopya edilmesi devletin kontrolu altında idi. En ufak bir değişiklik yapmak ağır cezalar getirdi.

Bunu kısaca İncil'in tarihiyle karşılaştıralım: Hristiyanlık ilk 300 sene, baskı görülen ve devlet tarafından yasaklanan bir inanç sistemi idi. Hiç bir Hristiyan da bunu değiştirmek için, Hristyanlığı yaymak, ya da bir 'Hristiyanlık devleti' kurmak için savaşmadı. Allah adında başkalarını öldüreceğine, kendileri öldürüldüler. Bütün bu zaman içinde İncil serbestçe dolaştı, kopya edildi. Onu koruyan bir devlet yoktu, ve gene de İncil bugüne kadar birliğini ve geçerliliğini koruyor.

Kuran'da böyle olmadı. Eğer 3. halife Osman farklı Kuran kopyalarını yakmasaydı, yüzlerce sene onların serbestçe yayılmasına izin verseydi ve ondan sonra gene de en ufak değişiklik bulunmasaydı, işte, onu belki de bir mucize olarak kabul edebilirdik. Ama devletin gücüyle, kitabın yazılmasından kısa bir zaman sonra, onun kopya edilmesini standartlaştırmak mucize değildir, insan işidir. Çin'deki ateist başkan Mao da aynısını yaptı.

2. Kuran'ın eşsizliği bir mucize imiş

Kuran'ın mucize olduğunu göstermek için ortaya atılan ikinci teori budur. Muhammed, gerçek mucize gösteremeyince, onun ağzından çıkan sözlerini mucize olarak ilan etti. Birçok müslüman yazarlar Kuran'ın eşsizliğini göstermek için neredeyse kendiliğinden geçiyorlar. İşte, Türkiye'den bir örnek:

Muhammed aleyhisselamın mücizelerinin en büyüğü Kurân-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyâtçılar, Kurân-ı kerimin nazmında ve mânâsında, âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyet-i kerimenin benzerini söylememişlerdir. İ'câzı ve belâgatı insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa ve bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı, Arab şâirlerinin şiirlerine benzemiyor... İşitince kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. (Dr. Enver Ören, "Hazreti Muhammed'in Hayatı", s. 321)

Demek Kuran'ın bütün gücü, içinde bulunan sözlerin anlamında değil, ama onların sesindedir. Çünkü Kuran'ın mutlaka arapça olarak okunmasına ısrar ediliyor. Onun için Kuran'ın aslında tercüme edilemeyeceği düşünülüyor, tercümelerine 'meal', yani 'açıklama' deniliyor. Onun için namazlar ve ezanlar mutlaka arapça olsun diye ısrar ediliyor.

Buradaki korku nedir? Neden Kuran'ın türkçe ya da başka yerli dilde okunmasından korkuluyor. Neden camilerden "Allahu ekber" sesleri geliyor? Neden Sarayevo'da "Bog je velik", London'da "God is great", Tehran'da "Hoda-e bozorg", ya da Ankara'da "Tanrı uludur" diye okunmuyor? Bugünkü Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk 1930 yıllarında zaten camilerde Kuranın türkçe olarak okunmasını buyurmuştu. O yıllarda ezanlarda "Allahu ekber... Eşehedü la ilah illa Allah..." diye okunmazdı, şöyle denilirdi: "Tanrı uludur... tanıklık ediyorum ki, tanrı birdir ve Muhammed onun elçisidir... haydin duaya!". Atatürkün bu buyruğu hocaları son derece kızdırmıştı. Bu buyruk 1960 yıllarına kadar uygulandı. Sonra başbakan Adnan Menderes, hocaların baskısına boyun eğip o buyruğu kaldırdı ve camideki okunmaları yeniden arapçaya çevirdi.

Anlaşılıyor ki, Kuran'ın içinde bulunan sözlerin anlamı önemsizdir, onun okunuşundaki sesi herşeydir. İnsanı değiştiren, islamiyete getiren, akılla verdiği bir karar değildir, ama sesten etkilenerek insan Kuran'ıın sözlerinin ahengine bayılıyor. Müslüman olmayanların çoğu bunu zaten bir çeşit büyü olarak kabul ettiler.

Bugünlerde zaten müslümanların yüzde sekseni arapça bilmiyorlar. Gene de Kuran'ın ayetlerine bayılıp, onlardan hiç bir şey anlamadan çoşuyorlar. İşte, İstanbul'dan bir senaryo: Ramazan ayında Sultan Ahmet camiisinin avlusunda Kuran'ın okunmasını dinleyen birkaç adama dikkat ediyoruz. Çoşkudan neredeyse kendilerinden geçiyorlar. Yanımızda bulunan ve anadili arapça olan bir arkadaşa ne okunduğunu soruyoruz. Okunan ayetler de Nisa suresi 4:11-12'dir:

Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır; şayet bir ise yarısı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocuğu varsa...

Bir kanun kitabında geçen miras yasaları nasıl insanın yüreğine coşku verebilir? Bu ancak, dili anlaşılmayan, sadece kendi ahengine ve okunuşuna güvenen bir kitapta mümkündür. İşte, kişiler böyle aldatılıyor.

Şimdi de, Kuran'ın eşsizliği iddiasına biraz daha yakından bakalım. Bunu ortaya atan kişiler, onun edebiyat bakımından benzersiz ve temiz bir arapça olarak yazıldığını söylüyorlar. Yalnız, bu gerçeğe uymuyor.

(a) Kuran'ın içinde arapça olmayan, yabancı sözler bulunuyor

Muhammed'e "Bu Kuranı sana başka birisi öğretiyor" diye suçlamalarda bulundular. Cevap olarak şu ayet gelmiş:

Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kuran ise fasih (yani: açık, temiz) arabcadır. (Kuran - Nahl suresi 16:103)

Buna dayanarak müslüman propagandacıların çoğu, Kuran'da hiç yabancı söz bulunmadığını, Kuran'ın dili en temiz arapça olduğunu ortaya atıyorlar. Halbuki, en eski arap yazarlar bunun tersini söylüyorlar.

'İtkan' adlı kitabında (cilt 2, s. 108-119), eski müslüman tarihçisi as-Suyuti, Kuran'da geçen ama asıl arapça olmayan 118 tane söz sıralıyor. Muhammed'in en eski arkadaşları ve ilk müslümanların arasında İbn-Abbas ve başkaları da kimi Kuran sözlerinin İran, Etyopya ve Nabati dillerinden geldiğini söylüyor. (s.105). İşte, birkaç örnek:
 - "namârik" (Farsça/İranca) - kilim ya da yastık demektir
 - "mişkât" (Abesçe/Etiyopyaca) - lamba
 - "sandus" - ipek
 - "al astabrak" - kadife
 - "abârk" - kâse.
Bu sözlerin günlük arapçasında karşılığı varken, neden Kuran'da bu yabancı sözler geçiyor?

Kuran temiz Arapça dilinde olsaydı, hatta, arap dilinin ve edebiyatının en yüksek örneği, karşılaştırılmaz bir eser olsaydı, yabancı, arapça olmayan sözlere ne gerek kalacaktı?

(b) Kuran'da arap diline ters düşen gramer hataları var

Bir yabancı dil öğrenirken, insan sık sık gramer hataları yapıyor; bu gayet normaldır. İngilizcede sıkça rastlanan bir hata 3. şahısta kelimenin sonunda gereken '-s' unutmak: "He buy me flowers" ("O bana çiçek alıyor") dersen, herkes sana gülecek, çünkü "He buys me flowers" olması lazım.

Ama anadilimizde bu tür hataları yapmak için hiç bir özür yoktur. İnsan özellikle heyecanlı iken, ya da uzun cümleler dizerken kimi kere öyle hatalar yaparsa da, sonsuz Allahtan geldiğini söyleyen bir kitapta öyle hatalara rastlanılmaz diye düşünüyoruz. Kaldı ki, Allah insanlara bir kitap yollarsa, hem de kendi peygamberine mucize olarak, biricik kanıt olarak bir tek bu kitabı veririse, o zaman o kitabın içinde öyle hatalara rastlamamalıyız. Kuran'ın içinde de öyle hatalar bulursak, onu artık Allahın mucizesi olarak değil, ancak bir insan sözü olarak kabul etmemiz gerekir.

Halbuki Kuran'a baktğımızda, arapça gramere karşı birçok hata görüyoruz. Yukarıda adı geçen müslüman tarihçisi as-Suyuti, en azında 15-20 tanesini sayıyor. Bunların onüçünü aşağıdaki tabelada sıraladık:

Kuran ayeti: yanlış arapça söz: şöyle olması lazım: Türkçe söz: Türkçe benzerliği:
5:69 was-Saabi'uuna was-Saabi'iina "Sabiiler" "Sabiiler'den" yerine "Sabiiler"
4:162 mukiimiin mukiimuun "kılanlara" "kılanlara" yerine "kılanlar büyük ecir vereceğiz"
20:63 haazaani haazayn "konuşmalarını" "konuşmalarını" yerine "konuşmaları gizli tuttular"
2:177 aaman aata aqaama tu'minuu tu'tuu tuqimuu "inanan" "veren" "kılan" "inanmış olan" "vermiş olan" "kılmış olan"
3:59 yakuun kana "ol" "ona 'ol' dedi ve oluyor"
21:3 asarru asarra "konuşurlar" 'konuşuyor' olması lazım
22:19 'ihtasamuu ihtasamaa "tartışmaya giren iki taraf" arapçada 'ikili hali' olması lazım
49:9 ak-tatalu ak-tatalata "savaşırlarsa" arapçada 'ikili hali' olması lazım
63:10 akun akuuna "olsam" "keşke iyilerden olurum"
91:5 ma man "yapana" 'gökleri yapan şeye"
41:11 ta'e'iin ta'e'atain "isteyerek" 'erkek' halinin yerine 'dişi' hali olması lazım
7:56 karibun karibah "yakındır" 'erkek' halinin yerine 'dişi' hali olması lazım
7:160 asbatan sebtan "topluluğa" 'tekil' hali olması lazım, buradaki söz ise çoğuldur

(c) Kuran'da anlaşılmayan sözler var

Müslüman bilginlerin hepsi, Kuran'ın içinde hiç anlaşılmayan, Muhammed'in en yakın arkadaşlarının bile anlamadıkları sözlerin bulunduğunu kabul ediyorlar. As-Suyuti "İtkan" adlı kitabında açıkça şöyle diyor:

Muhammed'in yoldaşları öz Araplar idi, dil konusunda usta idiler. Kuran onların şivesinde (dialektinde) indirildi. Ama onlar bile kimi sözlerin önünde duraksayıp onların anlamını çözemediler, ve böylelikle onların hakkında bir şey söyleyemez oldular.

Ömer ibn-Hattab aynı ayeti kürsüden okuduktan sonra dedi ki: "Peki, meyveler sözünü anlıyoruz, ya bu 'çayırlar' nedir?"
Sa'id ibn Cubeyir'e, Meryem suresinin onüçüncü (19:13) ayeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: "Ben İbn-Abbas'a da bu konu için danıştım, ama o sadece sustu." (As-Suyuti, İtkan, cilt 2, s.4)

Burada dikkatimizi çeken şu ki, Muhammed'in en yakın dostları bile Kuran'da geçen bazı sözlerin anlamını bilmezdiler. Burada konu, bir ayetin anlamı değildir: o ayetlerin anlamı gayet açıktır. Ama Muhammed'in zamanında yaşayan Araplar bile o ayetlerin içinde kullanılan bazı sözleri anlamadılar. Temiz ve eşsiz bir arapça olarak yazılmış olduğunu söyleyen bir kitap için bu düşünülmez bir durumdur, ve bir kere daha Kuran'ın bir mucize olmadığını gösteriyor.

Kuran'ın kendisi, içinde anlaşılmayan ayetlerin bulunduğunu kabul ediyor:

Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'ın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır, diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar... onların yorumunu ancak Allah bilir. (Kuran - Al-i İmran suresi 3:7)

Bu nasıl bir Allah ki, sözde en büyük peygamberine kendi dilinde eşsiz bir kitap indiriyor, ama o kitabın içinde her şey anlaşılmıyor? Bunun manası nedir, bunun faydası nedir? Öyle bir kitabı nasıl mucize olarak kabul edebiliriz?

Bununla yetmezmiş gibi, bu 'kapalı' ayetlerin anlamını soran kişiler de ağır cezalarla korkutuluyor. As-Suyuti, İtkan adlı kitabında (cilt 3, s. 7-8) Sabiğ adlı bir kişinin olayını anlatıyor. Bu 'kapalı' ayetlerin manasını sormaya kalkınca, Ömer ibn Hattab ona birkaç gün arka arkaya ağır işkence yaptırdı. Adam kafasına yapılan yaralarından az kalsın ölecekti. Evet, bunu yapan, üçüncü halife olan ve "adaletli" lağabını taşıyan Hz. Ömer idi.

(d) müslüman üniversiteye göre "Kuran'ın benzeri var"

Muhammed, ağzından çıkan sözlerinin eşi benzeri olmadığından o kadar emindi ki, herkesi surelerini kopya etmeye çağırdı.

Kulumuza indirdiğimiz Kuran'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin (Kuran - Bakara suresi 2:23)

De ki: "İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kuran'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar." (Kuran - Isra suresi 17:88)

Muhammed getirdiği kitabının üstün olduğuna o kadar güveniyordu ki, iman etmeyenleri onun yaptığını tekrarlamaya davet etti. Üstelik, bu daveti Kuran'ın içinde birkaç defa geçiyor. Bunun karşısında şunları soruyoruz:

(1) 'onun benzerini' sözü ne demek oluyor? Kim buna karar versin ki? Sana göre Kuran'a benzer olan sözler, belki de bana göre benzer değildir. Bu, büsbütün kişinin zevkine kalmış bir şarttır. Kimisi ayran seviyor, başkası gene boza. Kimisi kırmızı giyiyor, başkası sarı: renkler ve zevkler tartışılmaz. Yeryüzünde her halktan ve her kuşaktan çok üstün yazarlar, ressamlar ve bestekarlar ortaya çıkmıştır. Bunların arasında kim hakem olacak: Shakespeare mi büyük, yoksa Dostoyevski mi? Rembrandt mı, yoksa Da Vinci mi? Beethoven mi, yoksa Verdi mi? Kuran kendini öyle bir dereceye indirirse, gene ispatsız kalıyor.

(2) Muhammed sadece insanları değil, cinleri de çağırıyor, Kuran'ı kopya etsinler. O, putperest Arapların anlayışına uyup cinleri tarafsız, yarı ruh, yarı beden olan varlıklar olarak gördü. Gerçekleri ise başkadır: iyi olan cinler yoktur, hepsi Şeytanın buyruğu altındadırlar. Muhammed de onları davet ettikten sonra, Şeytan ona cevap verdi. Aşağıdaki 'Şeytan ayetleri' adındaki bölümde göreceğiz ki, Şeytan da Kuran'ın ayetlerine benzer ayetler uydurup Muhammed'in kulağına fısıldadı. O da onların gerçek ayet olmadıklarını anlayamadı, onları Allahın ayetleri olarak kabul etti ve yaydı. Bu korkunç meselede de görüyoruz, nasıl Muhammed'in sözü ("buna benzer bir sure meydana getirin") boşa çıktı. İşte, cinlerin başı olan Şeytan 'onun benzerini' meydana getirmiştir ve gene Kuran'ın mucize tarafı yok.

(3) Yüzyıllar boyunca kişiler Muhammed'in bu davet sözlerini ciddiye alıp, Kuran'ın ayetlerine benzeyen sözler yazmıştır, ama müslümanların tepkisi hep aynı idi: baskı, korkutmak ve öldürmek. Bu nasıl bir ikiyüzlülük, hem Muhammed kişilere "Yapın, deneyin bakalım!" diyor, hem de bunu yapanlar öldürülüyor. Kişilere bunları yaptıran, Allahın Kutsal Ruhu değildir.

(4) Ama son yıllarda fikirlerin anında bütün dünyaya yayılması için çok kolay ve anonim bir yöntem bulundu: o da internettir. Artık herkes korkusuzca fikirlerini yayabilir. Kimse artık yazarlara baskı yapıp onları susturamaz. Bundan faydalanarak 1997 senesinde birkaç kişi bir araya gelerek, Muhammed'in bu davetine kar;ilik vermeye karar verdiler. Anadili arapça olan bu kişiler Kuran'ın surelerine benzeyen dört yeni sure yazdı ve Amerikanın AOL firmasında iternete sundu. Bunun üzerine müslümanlar küplere bindi, bu sayfaların kapatılmasını istediler. Birçokları da bu surelerin yazarlarını ölümle tehdit ettiler.

Müslümanlığın en saygın okulu olan, Mısır'daki Al-Azhar üniversitesi bile bu tartışmaya karışmaya ihtiyaç duydu. Onların Dr. Ömer Abdel Halim adlı profesörü, Kahire'nin en büyük gazetesinde şunu yazdı:

"Kuran'ın bu taklidi, Kuran'ın anlatımı ve dizilişine benziyor. Öyle ki, bu bir amatörün değil, profesyonal birinin işi olduğu ortada." (Al-Ahram gazetesi; 27.6.1998 sayısı sayfa 1, hem de Al-Ahram'ın 28.6.1998 sayısı, sayfa 2, "Sandık Al Dünya" adlı kolonasında)

İşte, Dr. Halim Kuran'ı korumaya kalkarken, hiç anlamadan kendi kendine gol attı. Madem bu 'yeni surelerin' sözleri, gerçek Kuran surelerine 'profesyonel' derecesinde benziyor, o zaman insanlar Kuran'ın 'bir benzerini' meydana getirmiştir. O halde Muhammed'in sözü artık boş kalıyor, Kuran da mucize olmaktan çok uzaktır.

Arapça bilen okuyucularımız bu 'yeni sureler'i kendi gözle görüp karar versinler. Şu adresten indirebilirsiniz: "Surah Like it"

Başka bir grup kişi tam 77 tane yeni sure yazap onları 'Al Furkan al Hak' adı altında yaydı (Arapça ve İngilizce): "Al Furkan al-Hak (The true Furqan)". Belki okurken kimi müslümanlar, "Bunlar Kuran'ın ayetlerine benzemiyorlar!' diye haykıracaklar, ama müslümanlığın en büyük üniversitesine göre benziyorlar, ve böylece 'onun bir benzeri' meydana getirilmiştir.

3. Kuran'daki ondokuz sayısı bir mucize imiş

1974 yılında Dr. Raşid Halifa adlı Mısırlı bir biokimyacı Kuran'ın gerçek olduğunu ispatlayan üçüncü ve sözde en şaşırtıcı metod bulduğunu iddia etmeye başladı. Bu adam bilgisayar yardımıyla Kuran'da geçen harflerin sayısını hesaplamaya başladı ve ortaya çıkan numaraların çoğu 19'la bölünebileceğini bulmuş. Mesela: Besmele sözü 19 harf imiş, Kuran'da 114 sure var (6 x 19), tam 6346 ayet varmış (334 x 19) ve buna benzer daha çok örnekler veriyor. Uzun uzun tabelalarla kişiye bu matematik mucizesinin ne kadar büyük olduğunu göstermeye çalışıyor. Ve düşünmeyi sevmeyen kişi belki de buna aldanabilir. Ne de olsa evimizde öyle hesapları yapabilecek kocaman bilgisayarlar bulunmuyor, ve bu hesapların doğru olup olmadığını denemiyoruz, körü körüne Dr. Reşad Halifa'ya güvenmek zorundayız.

Bu bütün sistemin karşısında şunları söylemek istiyoruz:

(1) Sonsuz Tanrıdan gelen bir haberin gerçek olup olmadığını harflerin numaralarından anlamak, sonsuz Tanrıya saygısızlık yapmak demektir. Sözlerin anlamı, manası önemlidir, içinde kaç tane harf bulunuyor değil. Gördüğümüz gibi, Kuran tarihsel hatalarla doludur ve Kuran'ın harflerini saymak bu hataların bir tanesini bile ortadan kaldıramaz.

Bir kitabın ahlaki öğretişleri onun ahengi ya da harflerin sayısından daha önemli. Kuran putperest adetleri yok edeceğine, başka bir maske altında devam ediyor ("Mekke'deki tapınma sistemi" adlı bölümüne bakınız). Bütün harfleri sayıp da bunun ondokuzla bölünebildiğini anlasak da, putperestlik gene putperestliktir. Böyle metodlar aldatıcıdır.

(2) Yukarıda gördüğümüz gibi, Kuran'ın Allahı, müslümanlara kesin ispatlar vermedi: Muhammed ne mucize yaptı, ne de peygamberlik sözleriyle geleceğini önceden bildirdi. 1974 senesinde Amerika'nın Arizona sancağında bulunan bu metod gerçek olsa, bu, Allah müslümanları 1400 sene ispatsız braktı demektir. Bunca müslüman inandıkları kitabın doğru olup olmadığına bir ispat elinde yokken doğdu ve öldü. Kim böyle bir şey kabul edebilir?

(3) Dr. Reşad Halifa'nın kullandığı metodla herhangi bir yazı parçası, hatta bir müzik parçası alıp, içinde matematiksel bir mucizenin olduğunu ispatlabiliriz. Bütün bilgileri bir komputere yazıp, bunun içinde hangi sayılar ondokuzla bölünebilir diye sorabiliriz, bilgisayar da ona göre numaralar arıyor. Yani, bir sözle, cevabı hazır bulup soru sormakla şaşırtıcı sonuçlar meydana çıkarabiliriz.

(4) Kuran'ın 'sayısal mucizesi', Mudessir suresinin 74:30 ayetine dayanıyor: "Orada ondokuz bekçi vardır". Bu ayet, cehennemi anlatan ayetlerden sonra geliyor ve tek başına hiç anlaşılmıyor; sözde 'kapalı' ayetlerden biridir. Bir sonraki ayet de bir açıklama getirmeye çalışıyor:

Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkâr edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. (Kuran - Mudessir suresi 74:31)

Acaba, 'kitap verilenler'den hangi imanlı, Hristiyan olsun, Yahudi olsun, cehennem hakkında 'şüpheye düşmüş', ya da 'kesin bilgiye' sahip değildir? Sanki Tevrat ve İncil'de bu konuda bize kesin bilgi verilmiyor. Sözde cehennemin ondokuz bekçileri varmış. Peki, bu bilgi kime ne fayda getiriyor? Cehennemin bekçileri mi önemli, yoksa bizi cehenneme atacak güçte olan Tanrı mı önemli? Bekçilerden mı korkalım, yoksa yargıçtan mı? İncil bize kimden korkmamız gerektiğini söylüyor:

Korkmayın onlardan, hani kuvvetleri var bedeni öldürsünler ama canınızı alamazlar. Hayır, siz Ondan korkun, hani kuvveti var hem canı hem bedeni cendemde yok etsin. (İncil - Matta 10:28)

Ayrıca bize bütün İncil'de cehennem hakkında bilgiler veriliyor: orası karanlık bir yer, orada diş gıcırtısı olacak, hiç ölmeyen bir kurt insanların etini yiyecek, orası bir ateş gölüdür, gece gündüz onun dumanı tütüyor ve iğrenç kokusu yükseliyor.

Ama bunun dışında Tevrat ve İncil bize cehennem hakkında iki önemli bilgi daha veriyor, ki, bunlar Kuran'da yoktur:

- 'Cehennem' sözü nereden geldi?

Gehinnom vadisinin bugünkü hali
Çünkü o da arapça olmayan, Kuran'da geçen yabancı bir sözdür. 'Cehennem' sözünün aslısı İbranicedir ve 'Ge-Hinnom' olarak geçiyor. Bunun türkçe anlamı: 'Hinnom deresi', o da Yeruşalim'in doğusunda bulunan bir vadidir. Kral Süleyman yaşlılığında, yabancı karılarına boyun eğerek, kimi putlar için orada kurbanyerleri yaptı. Daha sonraki zamanlarda, orada Moleh adındaki puta kimi kere insan kurbanları bile sunulurdu:

(Süleyman) Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlılar'ın iğrenç ilahı Kemoş'a ve Ammonlular'ın iğrenç ilahı Molek'e tapmak için bir yer yaptırdı. (Tevrat - 1.Krallar 11:7)

Ondan 200 sene sonra, Tanrıdan korkan kral Yosiya o yerleri yıkıp murdar etti, bir daha orada o puta kurbanlar sunulmasın diye.

Yeruşalim'in doğusunda, Yıkım Dağı'nın güneyinde İsrail Kralı Süleyman'ın Saydalılar'ın iğrenç putu Aştoret*, Moavlılar'ın iğrenç putu Kemoş ve Ammonlular'ın iğrenç putu Molek* için yaptırmış olduğu tapınma yerlerini kirletti. Dikili taşları parçaladı, Tanrıça Aşera'yı simgeleyen sütunları kesti; yerlerini insan kemikleriyle doldurdu. (Tevrat - 2.Krallar 23:13-14)

Artık oraya gece gündüz bokluk atılırdı, ölü hayvanlar yakılırdı, ateş hiç sönmezdi ve iğrenç bir koku yükselirdi. Zamanla bu 'Ge-Hinnom' vadisi gelecekteki sonsuz cezanın sembolü oldu, ve 'Gehenna' olarak İbrani diline, 'Cehennem' olarak da Arap diline geçti. Demek, Araplar cehennem fikrini ancak Yahudilerden öğrendiler.

- Kim bu cehenneme atılacak?

Cehennem ateşı
Kuran'a baktığımızda "hemen hemen herkes" demek zorunda kalıyoruz. Birçok ayetlerde de cehennemin ne kadar kötü bir yer olduğunu okuyoruz: orada 'Zebani' adlı şeytanlar insanları direnlerle ateşin içine kakarmışlar. İnsanın derisi yanıncaya kadar kişiler ateşte kalırmışlar, yandıktan hemen sonra da, onlara yeni bir deri verilecekmiş.

İmansızların karıları, kocaları yanarken, daha da çok odun getirmek zorunda kalırmış. Bir tarafta cehennem korkunç bir işkence yeri olarak anlatılıyor, öbür tarafta müslümanların hepsi de cehenneme girecekleri söyleniyor (Meryem suresi 19:71-72). Kuran'daki Allah neden buna izin veriyor? Neden ona itaat eden kişiler cehenneme uğrasınlar? İncil'de bize daha güzel ve daha derin bir bilgi veriliyor:

Ve ölüleri gördüm, büyükleri de küçükleri de. Kral iskemlesinin önünde durdular. Ve kitaplar açıldı. Ve gene başka bir kitap, hani yaşam kitabı da açıldı. Ölüler de o kitaplarda ne yazılıydı, ona göre davalandılar. Evet, kendi yaptıklarına göre davalandılar... Ve bir kişinin adı o yaşam kitabında yazılı olarak bulunmadıysa, o kişi ateş gölüne atıldı. (İncil - Açıklama 20:12,15)

İşte, ahretteki yargılama böyle olacak. İnsanların 'amel defterleri'nde yazılı olan şeyler meydana çıkarılacak. Ama o defterde kurtuluş yok, hiç kimse o defterde yazılı olan şeylere dayanarak kurtulmayacak, sonsuz yaşama giremeyecek. Fakat ikinci bir kitap var, o da 'yaşam kitabı'dır. Kimin adı orada yazılı ise, onlar bir gün için bile cehenneme atılmayacak. Yalnız, nereden emin olabiliriz ki, adımız o yaşam kitabında yazılıdır? Cevabını gene İncil'den okuyalım:

Ve murdarlık getiren şeyler, ya da iğrenç şeyler yapan ya da yalan söyleyen kişiler oraya (=cennete) asla giremeyecekler. Sade kimin adı Kuzu'nun yaşam kitabında yazılı ise, onlar oraya girecekler. (İncil - Açıklama 21:7)

Burada geçen 'kuzu' sözü, İsa Mesih için bir semboldur, çünkü o, kendini bizim günahlarımıza karşılık, lekesiz bir kuzu gibi ölüme teslim etti. Yaşam kitabı onundur, ve o kimin adını oraya yazarsa, işte, onlar sonsuz yaşama girecekler, asla ateş gölüne atılmayacaklar. İsa'yı bir kurban kuzusu olarak kabul eden kişi, ölümden yaşama geçmiştir. İsa Mesih kendisine iman eden kişilere şöyle konuşuyor:

Kim yenerse beyaz rubalar giyecek. Onun adını asla yaşam kitabından silmeyecem. Onun adını Babamın önünde ve Onun meleklerinin önünde açık açık anacam. (İncil - Açıklama 3:5)

İşte bütün bu bilgiler Kuran'da bulunmuyor, ama İncil ve Tevrat'ta bulunuyor. Kuran, daha önceki kitaplara ders verecek durumunda değildir. Onun için Mudessir suresi 74:30-31'deki iddia asılsızdır, Dr. Raşid Halifa'nın bütün sisteminin de hiç bir dayanağı yoktur.

(5) Dr. Halifa'ya göre Kuran'dan başka hiçbir kitapta öyle bir numara mucizesi bulunmuyor. O iddia da tamamen yanlıştır. 'Sayısal mucize' düşüncesi ilk önce Tevrat üzerine çıkarıldı. Harfleri saymak çok eski bir Yahudi adettir. Onlar daha ortaçağda (500 senesinden sonra) Tevrat ve Zebur'un bütün harflerini saymaya başladılar. Bu kitapları kopya yaparken, her sayfanın başlangıç, orta ve son harfı belli idi. Sonra bu harfleri sayıp, gizli anlamları meydana çıkarmaya çalıştılar. Yalnız, bunu yaparken, şeytanlarla ilgili 19 numarasını değil, ama Allahla ilgili 7 numarasını kullandılar.

(6) Dr. Raşid Halifa, bulduğu metodunda istediği sayıları kullanıyor, işine yaramayan sayıları da kullanmıyor. İşte bir örnek:

'Kuran' sözü Kuran'da 58 kere geçiyor. Ama bir kere (Yunus suresi 10:15) 'başka bir Kuran' için kullanılıyor. Onun için bunu saymıyoruz. Böylelikle 'bu Kuran' anlamına gelen 'Kuran' sözü 57 kere geçiyor, o da 19 x 3'tür. (Dr. Raşid Halifa, Kuran tercümesi, ek 1)

Bu nasıl bir mantık, ne biçim argüman? Madem sözleri saymaya kalkıyorsun, ne hakla aynı sözü kimi defa sayıyorsun, kimi defa saymıyorsun? Bu düpedüz aldatmak demektir.

(7) Dr. Halifa, sistemini ve sözde "Kuran'ın mucizesi"ni ayakta tutmak için, Kuran'dan iki ayet çıkarmak zorunda kaldı, yoksa bütün bu hesaplar suya düşüyor. Onlar da Tevbe suresinin son ayetleridir (9:128-129).

Üçüncü halife (Hz. Osman) zamanında Kuran yedi kişilik bir şura (komite) tarafından gözden geçirilidi. Dokuzuncu sureye gelince, bu surenin sonuna Muhammed'i öven birkaç söz eklemeye karar verdiler. Çoğu buna razı geldiler, sadece Hz. Ali buna son derece öfkelendi. Celaleddin Al-Suyuti, 'İtkan fi Ulum al Kuran' adlı kitabında onu şöyle anlatıyor:

Ali'ye sordular: "Neden evinden çıkmıyorsun?". O da şöyle cevap verdi: "Kuran'a bazı sözler eklediler. Ben de yemin ettim ki, Kuran asıl haline döndürülünceye kadar, sadece namaza gitmek sebebinden başka bir sebebiyle sokak giysilerimi giyimeyeceğim."

Hz. Ali sözünde durduysa, bugüne kadar hâlâ evinden çıkmamış olmalı, çünkü o iki ayet daha da Kuran'ın içinde yer alıyorlar, daha da çıkarılmadılar. Evet, bugünkü Kuran'da bulunan Tevbe suresinin son iki ayeti en eski müslüman bilginlerinin arasında bile şüpheli idiler. Sahih Buhari'de de aynısını okuyoruz:

Zaid ibn Sabit şöyle rivayet etti: ... Ondan sonra Kuran'ı aramaya çıktım. Onu hurma ağacının yapraklarından, beyaz taşlardan ve insanların yüreklerinden topladım. Tevbe suresinin son ayetleri bulana kadar böyle devam ettim. Ama o ayetleri sadece Ebu Hüzeyma al-Ansari'de buldum. Onları ondan başka hiç kimsede bulamadım. (İbn İshak, Mişkat-ul-misabih cilt 3, s. 706-707)

Kuran'ı toplayan komite normal olarak her ayet için iki yazılı şahit aradı. Bu ayetler sadece bir kişide bulununca, sonradan "Ebu Hüzeyma al-Ansari'nin şahitliği, iki kişinin şahitliğinin yerine geçer" diyen bir hadis uyduruldu.

Dr. Raşid Halifa bu iki ayetin asıl Kuran'ın bir parçası olmadığını, ancak sonradan Muhammed'i övmek için eklendiği düşüncesindeydi. Sadece bununla kalmayıp, normal müslümanların kabul ettiği birçok fikirlere karşı gitti. Herhalde bu fikiri yaydığı için, sıradan olan müslümanların öfkesini üzerine çekti. 1990'ın Ocak ayında onu Amerikadaki Arizona sancağının Tuson kasabasında öldürdüler. Onu öldürenler de 'Fukra' adını taşıyan ve Bin-Laden'in Al-Kaeda organizasyonunun bir kolu olan bir terorist grubu idi.

Ve bugünlerde birçok müslüman propagandacı bir taraftan Kuran'ın tek bir harfının yok olmadığını savunurlar, öbür taraftan bunu ispatlamak için, Dr. Halifa'nın kurduğu 'sayısal mucize' düşüncesine başvururlar. Fakat bu sistem, Kuran'ın değiştirildiğini kabul ediyor ve böylelikle propagandacıların en önemli teorisini çürütüyor. Ama yok bir şey - halk anlamaz ya! Ve böylece, hem adamı öldürdüler, hem de onun sistemini kullanmaya devam ederler. Ne korkunç ikiyüzlülük!

5. Muhammed geleceğini bildirdi mi?

a. Muhammed'in savaşı kazanacağını söyleyen ayetler

(Enfal 8:7; Nasr 110:1,2; Tevbe 9:14; Nur 24:55; Feth 48:16-21,27,28; Kamer 54:44-45)

Muhammed, yaptığı bütün savaşlarında müslüman askerlerin moralini sağlamlaştırmak için onları coşturmaya çalıştı. Muhammed'in bu sebebini açıkça gösteren ayet bile var (Enfal suresi 8:65 "Müminleri savaş için coştur"). Bu peygamberlik midir? Aslında başarılı olmak isteyen her general, askerlerini "Biz kazanacağız!" gibi sözlerle coşturmaya çalışıyor. Savaşı kaybederseler, generalın sözleri unutulup gidiyor. Kazanırsalar da, bunun hiç bir peygamberlik tarafı yoktur: kazanma şansı çoğu zaman zaten %50'dir. Bütün generallerin yaptıkları odur.

Muhammed kendisi de o savaşları kazanacağını bekliyordu. Hatta Muhammed'in bu konuda yanlış önbildiriler de oldu: Muhammed'in tanrısı Enfal suresinde (8:36) müslüman ordusunun Uhud muharebesini kazanacağını bildiriyor. Halbuki, o meydan savaşında müslüman ordusu bozguna uğratıldı, ve o mağlubiyet müslümanların imanını derinden sarstı .

Bu konuda gerçek bir peygamberlik bulabilmek için Kuran'a değil, Tevrat kitabına bakmalıyız. İ.Ö. 700 yılında Assur kralı Sanherib, İsrail'e karşı savaştı ve Yeruşalim kasabasını kuşattı. Onun ordusu İsraillilerinkinden kat kat daha büyüktü, onları kesin yenecekti. Bu umutsuz durumda Allahın sözü peygamber Yeşaya'ya geliyor:

Yeşaya, Kral Hizkiya'nın görevlilerine şöyle dedi: "Efendinize şunları söyleyin: 'RAB diyor ki, Asur Kralı'nın adamlarından benimle ilgili duyduğunuz küfürlerden korkma. Onun içine öyle bir ruh koyacağım ki, bir haber üzerine kendi ülkesine dönecek. Orada onu kılıçla öldürteceğim.'" (Tevrat - Yeşaya 37:5-7)

İşte, gerçek peygamberlik budur: insanın aklına gelemeyecek bir haber için kesin bir söz veriliyor. Yahudilerin kralı Hiskiya ve onun generalleri kazanacağını hiç beklemezlerdi, büsbütün umutsuzluk içinde idiler. Yeşaya da general değil, Allahın gerçek bir peygamberi idi. Kendi askerlerini coşturmak için onlara konuşmadı. Sadece bir haberci ile krala haber yolladı. Muhammed'in yaptığı savaşlarında, Müslüman ordusunun kazanma şansı vardı; fakat kral Hiskiya'nın ordusu kesinlikle yenilecekti. Muhammed "Allah size yengi verecektir" sözlerini bir peygamber gibi değil, daha fazla bir general gibi konuştu, ve bu sözlerle savaşın içine karıştı. Öbür tarafta gerçek bir peygamber olan Yeşaya, savaşa karışmak istemedi (o zaten peygamberlerin görevi değildir); sadece Allahın kesin kararını, onun gerçekleştireceği mucizesini bildirdi.

Daha aşağıda, peygamber Yeşaya'nın sözleri nasıl gerçekleştiğini de okuyoruz:

RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185 000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar. Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı. Bir gün ilahı Nisrok'un tapınağında tapınırken, oğullarından Adrammelek'le Şareser, onu kılıçla öldürüp Ararat ülkesine kaçtılar. Yerine oğlu Esarhaddon kral oldu. (Tevrat - Yeşaya 37: 36-38)

b. Ahretle ilgili ayetler

İkinci grup ayetler ahretle ilgilidir: Vakıa 56:1-56; Al-i İmran 3:10,106,107,144; Kasas 28:85.

Dünyanın sonunda olacak olan şeyleri şimdiden bilmek mümkün değildir - onlar belki olacak, belki de olmayacak. İman eden kişi için, ahretle ilgili sözler kesindir, çünkü zaten bunları söyleyene güveniyor. Bunlara iman etmeyenler ise, bu sözleri kabul edemiyor, onların doğru olup olmadıklarını ölçmek henüz mümkün değildir. O yüzden bu tür 'peygamberlikler' aslında ispat sayılmaz.

c. Kuranla ilgili ayetler

Kuranla ilgili peygamberlikler, çoğunlukla onun korunacağı ile ilgilidir, yani insanların onu değiştiremeyeceğini söylüyorlar (Bakara 2:23-24, 88-89; Hicr 15:9,96; Fussılet 41:42). Halbuki, bugüne kadar, Muhammed'in zamanından kalma tek bir elyazı ya da kopya bulunmuyor. Tam tersi, üçüncü halife olan Osman originalleri yok etti (daha fazla bilgi için, aşağıdaki Kuran'ın yazılışıyla ilgili bölümü okuyun). İnsan böyle bir durumda bu peygamberliklere bakarak, onların doğru olup olmadıklarına nasıl karar versin? Bugünkü Kuran metni (teksti) neyle karşılaştıralım, madem originaller yok meydanda? Bu tür sözler peygamberliğin şartlarını yerine getirmez.

d. Ebu-Leheb meselesi

Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli ateşe yaslanacaktır. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır. (Kuran - Leheb Suresi 111:1-5)

Son yıllarda birçok müslüman yukarıdaki ayetleri alıp Muhammed'in geleceğini bildiren sözler olarak tanıtmaya çalıştı. Bu ayetler, sözde Ebu Leheb ve onun karısının hayat boyunca islamiyeti kabul etmeyeceğini ve en sonunda cehennemde yanacağını önceden bildirirmiş. Muhammed'in birçok düşmanları vardı, kimileri de müslümanlığı kabul etmiş (Ebu Sufyan gibi). Muhammed, Ebu Leheb'in asla müslüman olmayacağını nereden bilecekti. Buradaki ayetler apaçık bir peygamberlik sözü değil mi?

Birinci yerde şuna dikkat edelim: Leheb Suresinde hiç bir yerde, Ebu Leheb ve karısının müslüman olmayacaklarını söylemiyor. Bu, sadece bugünkü propagandacıların uydurduğu bir yorumdur.

İkinci olarak, surenin aslında ne demek istediğine dikkat edelim: Ebu Leheb, Muhammed'in bir akrabası ve ona karşı koyan, onun hayatını zorlaştıran biri idi. Muhammed'in ona karşı birtakım korkutucu sözler yazıp, ayetlerle onu cehenneme yollaması bizi şaşırtmıyor. Ama Kuran sadece Ebu Leheb için değil, birçok kişi hakkında cehennem ateşinde yanacaklarını bildiriyor. Mesela aşağıdaki ayette olduğu gibi:

İnkâr edenleri ve zalimleri Allah şüphesiz bağışlamaz, onları içinde temelli ve ebediyyen kalacakları cehennem yolundan başka bir yola eriştirmez. Bu, Allah'a kolaydır. (Kuran - Nisa Suresi 4:168-169)

Ebu Leheb'le ilgili sözler bir yenilik getirmiyorlar, sadece Ebu Leheb ve onun karısı da cehennem ateşinde yanacak olanlardan olduklarını söylüyor. Bu sözler, peygamberlik değil, bir çeşit lanet okumaktır. Bu sözlerin peygamberlik sözleri olarak kabul edilmemiz için, onların yerine gelip gelmediklerini deneyebilecek durumda olmalıyız. Fakat 'cehennemde yanmak' insanoğlunun deneyebildiği bir mesele değil ki! Ahret henüz olmamışken, Tanrı herkese gereken cezayı henüz vermemişken, Muhammed'in Ebu Leheb hakkında söylediği sözler havada kalıyor ve kesinlikle peygamberlik sözleri sayılmaz.

Ve Ebu Leheb cehenneme gidecek olsa bile, o da şaşılacak bir şey değildir, çünkü Kuran'da zaten bütün müslümanların cehenneme gideceklerini söylüyor:

Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Biz Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız.(Kuran - Meryem Suresi 19:71-72)

Demek, Ebu Leheb cehenneme gitmiş olsa bile, sadece bütün müslümanların başına geleceğini görecek. Böylelikle Muhammed'in onun hakkında söylediği sözlerin hiç bir özel tarafı yoktur, kesinlikle peygamberlik sözleri sayılmaz. Ebu Leheb herhalde aynı sözleri Muhammed hakkında söylemiştir: ikisinden kimin haklı, kimin haksız çıkacağını ahrette göreceğiz.

e. Bizanslıların kazanacağını gösteren bir ayet

Kuran'da Muhammed'in kendisiyle ilgili olmayan tek bir önbildiri bulunuyor:

Rumlar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden bir kaç yıl sonra galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. (Kuran - Rum Suresi 30:2-3)

Muhammed'in zamanında iki büyük devlet, iki 'süper güç' vardı: Bizans (Rumlar, yani Grekler) ve İranlıların Sasani İmperatorluğu. Ortadoğuda onların çekişmesi yüzlerce sene sürdü. İ.S. 226 yılından 651 yılına kadar bu iki devletin arasında savaşlar aralıkla devam etti. Kimi kere Bizanslılar, kimi kere İranlılar üstün çıktı. Hiç bir devlet kesin bir üstünlük kazanamadı.

Bizanslı emperator Heraklius İranlı emperator Hüsrev II.

Muhammed'in zamanına gelince, şöyle olayları görüyoruz: Hüsrev II. 590 yılında İranlıların kralı oluyor ve 603 senesinde Bizanslılara karşı savaşmaya başlıyor. Bu savaş 610 senesine kadar devam ediyor. O yılda Arapların tarihini değiştirecek bir olay oldu: Araplar tarihte ilk olarak birleşip İranlı ordulara karşı çıkıyorlar ve Zuhar kasabasında onları yeniyorlar, hatta iki İranlı generalini öldürüyorlar. Bu haber bütün Arabistan'da büyük sevinçle karşılanıyor. Araplara büyük bir ders verdi: "Biz birleştik mi, dünyanın en büyük devletlerini bile yeneceğiz!". Muhammed Mekke'de bunu işitince demiş ki: "Bugün ilk defa Araplar İranlılardan intikam aldılar!" Aynı yılda Muhammed sözde ilk 'ayetler' almaya ve kendini peygamber olarak ilan etmeye başladı.

Muhammed'in en baştaki amacı, Arapları tek Tanrı inancının altında birleştirip, Bizanslılara ve İranlılara karşı koyacak bir devlet haline getirmek idi. Bütün Arabistan'da Bizans-İran savaşı büyük ilgi ile izleniyordu. İranlılar ilk senelerde Bizanslıları çok zor durumda braktılar, ama aynı 610 senesinde Bizans emperatoru Heraklius yeni bir ordu toplayıp devletinde büyük reformlar yapmaya başladı. Bizanslılar en düşük durumuna gelmişlerdi ve bundan sonra yavaş yavaş kendini toparlamaya başladılar. Politik gelişmeleri dikkatla izleyen herkes bunu fark etti ve Bizanslıların daha sonra gene üstün çıkacağı beklenilirdi.

613 senesinde İranlılar Suriye'yi ve 619 senesinde son bir saldırışta Mısır'ı ele geçirdiler. Ama onların askeri gücü artık fazla harcandı ve üç sene sonra onların gücü kırılmaya başladı (Anandolu'da savaş). 628 senesinde Ninive savaşında tamamen yenildiler, ve bir daha Bizansla savaşmadılar.

603'ten 628'e kadar süren bu uzun savaşın içinde dönüş noktası 610 senesinde olmuştu (Zukar'daki Arapların zaferi ve Heraklius'un reformları). Onun için Muhammed'in 613 senesinde "Rumlar... bir kaç yıl sonra galip geleceklerdir" biçiminde konuşması, bir peygamber olarak kehanette bulundu anlamına gelmez. Politikadan anlayan herkes (ki, Muhammed çok becerikli bir politikacı idi) aynı konuda ne olacağını önceden hesap edebilirdi.

Bu iş için Allahın ayetlerinin üzerimize inmesi gerekmiyor. Buna bir örnek verelim: büyük İngiliz devlet adamı Winston Churchill 1935 senesinde bile, birkaç yıl içinde bütün Avrupa'yı saran bir savaşın olacağını önceden bildirdi (o da dört sene sonra, 1939'da ikinci dünya savaşının başlamasıyla gerçekleşti). Ve bugüne kadar kimse buna bakarak Çörçil'e 'peygamber' demedi. Muhammed için de aynısı geçerlidir.

Var olan gelişmelere bakıp da geleceğini hesaplamak, bir dereceye kadar insan aklının işidir. Her gün radyoda dinlediğimiz hava durumu bunun için bir örnektir.

- Jül Vern - 19. yüzyılın peygamberi mi?

Ama daha şaşırtıcı örnekler bile var: mesela, ünlü Fransız yazar Jül Vern. O daha 1862 yılında "Aya yolculuk" adlı kitabında anlatıyor, nasıl üç kişi Amerikanın Florida bölgesinden kalkıp bir uzay gemisi ile aya gidiyorlar, dönüyorlar ve en sonunda büyük paraşütlerle Pasifik Okyanus'a düşüp oradan kurtarılıyorlar. Bu büyük senaryo 107 sene sonra olduğu gibi gerçekleşti. Amerikalılar 1969 yılında Apolo 11 adlı uzay gemisi ile üç astronotu aya gönderdiler.

Jül Vern'in önceden bildirdiği tarih olayları, Muhammed'in Bizanslılar hakkında söylediği sözlerden kat kat daha ayrıntılı, ve hayal edilemeyecek kadar şaşırıtıcıdır. Madem öyle, Jül Vern'i de mi peygamber olarak kabul edelim?

1862 - bu senede Jül Vern olacaklarını önceden bildirdi
Florida'dan kalkış - yer çekimi yok - aya yaklaşırken - Pasifik'e düştüler
1969 - bu senede Apollo 11 uzay gemisi onu gerçekleştirdi

Sayfanın başına dön Sonraki konu